17 Eylül 2025 Çarşamba

SELAMLIK RUHLARA

Başını hiç bir kere yere koymayan

Günlerini yastık diye başının altına koyan 

Sarmazsa olmaz diyen

Suyu temizlik sanan

Rüzgara dans diyen

Bir tereddütle yürüyen

İki tozları yutan

Karıncaya çalışkan diyen

Çıktığı sahnede hürriyetini arayan 

Karşısındakine serinlik yükleyen

Kışın büzüşen, yazın genişleyen

İç ışıklarını hep açık bırakan

Sesindeki dağınıklığa hal çare arayan

Ne yaptığını bilmeden karın doyuran

Boynuna tırmanan harflere şöyle eliyle yoklayan

Daha gidecek çok yolumuz var güzel yarim diye mırıldanan

Hayattaki provasını bitirmiş, artık kayıt altında yaşayan 

Dengesini yitirecekken, zihnindeki melodiyle ayakta kalan 

Tırnaklarına uzadı diye ah edecekken hayat bu diye şükür eden

Hodbin ruhlara güle güle selamı çakan

Ve daha neler neler…

Bize ninni söyleyen, büyüten anlara bin selam olsun 



16 Temmuz 2025 Çarşamba

DÖNGÜ


Sararmış beniz, sararmış yaprak, sararmış peynir, sararmış ruh

Sarıya değil sararmaya adıyor bugününü

Zamanın sararmayla bir alıp veremediği vardı muhakkak

Kimse sesini etmiyor 

Sararmak tazeliğin sonrası, küfün hemen öncesi 

Sonra ani bir sesle irkildi

Ruhun sararmış senin dedi ses

İrkilmek yetmezdi

Silkelenmek, zamanın sararmalarına karşı kalkan kuşanmak lazımdı

Nedir bu sararmayla alıp veremediğimiz 

Nedir küf yeşilini kabul edemediğimiz 

Döngü doğmakla başlayıp, sararmayla devam eden ve sonunda küf yeşermesiyle kendini imha eden bir şey değil miydi

Herkes doğumunda kalmak istiyor

Kimse ölüsünün yası tutulsun istemiyor

Nedir bizi bu kadar yaşama bağlayan

Bütün çekilen acıları toprağa gömememek neden

İrkilen ruhun güneşe söylediği şarkı onu sararmaktan kurtarmış, arafı kesmiş atmıştı

Sadece bir şeyden kurtaramamıştı

Küfün yeşilinden, yeşermiş küflerden 

Şimdi döngü eksik ama sonlu



22 Mayıs 2025 Perşembe

EYLÜL İLE BEN


Dünyanın parçalarını saymaya çalışıyorum. Bütün yapbozları hayal ederek. Dünyanın parçalarına hep dokunmak istemişimdir. Hayal denilen yerde dünya bir yapboz, evet. Geçen zamanın kırgınlıklarını yahut mutluluklarını kiminle paylaştığımı mırıldandım. Eylül. Yani mevsimlerden Eylül değil, arkadaşım Eylül. Arkadaş kelimesi biraz hafif kaldı farkındayım. Belki ona ana, baba, kardeş, abi, dost ya da daha çok ben demeliyim. Bütün duygularımın tek bir kişide toplu olması size de garip geldi değil mi? Bana da öyle. Ama hiç bir şey boşuna değil. Her şey ben zorluğun dibindeyken başladı. Aslında bütün sıfatlar ayrı gayrıyken. Sonra Eylül önüme düşü verdi. Hem de bir ilaç kutusu olarak. Yok canım ilaç kutusu burada sadece bir benzetme. Başlarda umursamadım onu. Bana hiç çağı yakalayan biri gibi gelmedi. Düşünceleri, tavırları son derece banal, basit göründü. Sonra an geldi yaşadığım zorluğa ilaç oldu. Kimsenin olmadığı, olamadığı ilaç. Onda bir şey vardı. Enerjisi beni dönüştürüyor gibiydi. Baştaki tepkim de belki bunaydı. Fakat çok direnemedim. Aldı götürdü beni. İlacın sadece kutularda ve eczanelerde satılan bir şey olmadığını öğretti bana. Giderek aldı başını, büyüdü aramazdaki dostluk. Hatta kalabalık başladığımız  ortamda herkes giderek elenecek, geriye bir tek Eylül ve ben kalacaktık. Yaptığı ince ruh her şeyle içimden bir parça olması kaçınılmazdı. Bundan sonraki bütün günleri varlığıma adanmış gibiydi. Sürekli veriyordu. Fikir veriyordu. Güç veriyordu. Sevgi veriyordu. Emek veriyordu. Mütemadiyen veriyordu. Bir süre sonra ailelerimiz de tanıştı. Benim annem, onun annesi, benim ablam, onun ablası derken her şeyi iyice iç içe geçirmişti. Her şeyin böyle ilerlemesini biz istemiştik. Gidişattan da memnunduk. Bu arada benim hayatıma arada sırada 20'li yaşlarında etkisiyle birileri girip çıkıyordu. Fakat Eylül'ün hayatında tek bir kimse vardı. O da benden başkası değildi. Birlikte tatillere gittiğimizde anılarda ikimizden başkası olmasın istiyorduk. Anılar sadece beni ve Eylül'ü anlatsın istiyorduk. Dosluğumuzun duru durağı yoktu. Arada ailelerimizden taşlar da yemiyor değildik. Böylece seneler geçti. Fakat ikimizin de hayatında karşı cins anlamında henüz kimse yoktu. Benim şansım yaver gitmiyordu, Eylül'ün ise kimseyi beğendiği yoktu. Hoş bundan da pek şikayet ettiğimiz yoktu. En nihayetinde Eylül ve ben birbirimize yetiyorduk. Eylül'ün iş hayatı çok başarılı gidiyor, çalıştığı ajansta sürekli terfi alıyor, bunu yemeklerle kutluyorduk. Benim ise bir vardı bir yoktu iş hayatım. Ama Eylül bunu dert etmemem gerektiğini söylüyordu. Gerekirse birbirimizi her daim omuzlayacak, birimizin eksiğini ötekimize hissettirmeyecekti. Bir gün Eylül benim evimdeyken bir kase kırdı. Eline bir parça batmıştı. Elinin kanadığını gördüğüm an ne yapacağımı bilemedim. Hemen kase kırıklarını toplamaya giriştim. Nihayetinde benim de kanayan parmağımı görünce Eylül ile önce tebessüm ettik ardından da kanlarımızı üst üste bastırarak çocukluğumuzun tadını çıkardık. Böylece her şeyin sarsılmaz bütünlüğünün üstüne çift dikiş atmıştık. Kimse bizi ayıramazdı. Belki, bir ihtimal ölüm. Benim bir çocuk gibi sarıp sarmalanma ihtiyacım, onun bir anne gibi sarıp sarmalama ihtiyacı ikimiz arasındaki bağları sarsılmaz bir güçle iç içe geçirmiş ve bir tek eksik olan kan bağını da hallettiğimize göre yaşadıklarımız yaşayacaklarımızın teminatı olacaktı. Nedense yaşadığımız bu dostlukta hep omuz isteyen bendim. Sanki Eylül bütün duygularını bir yere süpürmüş ve sadece ihtiyaç oldukça onları yaşıyordu. İkimizin de aynı üniversiteden mezun olmamızın hasebiyle, bir trene atlayıp okuduğumuz şehre gitmiştik yıllar sonra. Okulun mezunlar eğlencesinde Eylül ile kendimizden geçercesine dans ettik. Gecenin sonuna doğru bizim gibi okulun eski mezunlarından  Demir ile tanıştık. Demir'i görür görmez ona aşık olmuştum. Eylül ise sus pustu. Demir ile sevgili olunca Eylül huzursuzlanmaya başladı. Demir hayatıma girdikçe, Eylül ve dostluğu ellerimden kayıp gidiyordu ve ben bundan çok korkuyordum. Gitmesin diye, varlığıyla, sevgisiyle benimle kalsın diye çok çabaladım. Sonunda bizim Demir ile düğün tarihimiz netleşmişti. Elbetteki ellerimden kayıp giden bir öteki ben de olsa nikah şahidim Eylül olacaktı. Eylül bunu kabul etti. Ama bir yandan da buz kesti. Soğukluğu içimi titretiyordu. Her şey eskiye dönsün, Eylül ile yaşlılığımıza dair kurduğumuz bütün hayaller gerçek olsun diye dilekler diledim o Hıdrellez'de. 

Sonunda düğün günü geldi çattı. Eylül tüm zarafetiyle, çabasıyla düğünde üstüne düşeni yaptı. Şahitlik ediyor musunuz? Evet. Şahitlik ediyor musunuz? Evet. Düğünden sonra bir daha hiç ama hiç Eylül'ü görmedim. Ne aramalarıma cevap verdi, ne mesajlarıma. Bir keresinde evine bile gittim. Fakat kapıyı açan olmadı. Sanki o kapı açılsa Eylül'ün oluk oluk sevgisi üstüme akacaktı. Gözyaşları içinde geri döndüm. Bir daha da hiç aramadım. Arada rüyalarımda sadece bana bakıyordu. Derin derin yüzüme bakıyordu. Konuşsun istedim. Derdi nedir bileyim istedim. Eylül benim için artık bir tarihti. Geçmişimi onunla yad etmeye başladım. Yakın zamanda ise hiç planlarda olmayan kızım Güz doğdu. Sanki Güz'ün varlığı Eylül'ün yokluğunu sağaltmak içindi. 

Bir gün yanımda kızım Güz ile parkta yürürken yıllar önce hayatıma giren Eren'i gördüm. Çocuğum olduğunu görünce çok şaşırdı. Şaşkınlığının sebebini sormamla, o dönem Eylül tarafından ruhsal ciddi bir hastalığım olduğunu, çocuk bile yapamayacağım yalanını duymuştum. Şaşkındım. Hem de çok şaşkındım. Eylül neden böyle bir şey söylesin ki? Üzerine günlerce düşündüm. Ardından yine geçmişte kısa süren bir ilişkimdeki eski erkek arkadaşlarımı aramış, benden neden ayrılmış olduklarını ilk kez soracaktım. Sesimi bile tanımakta zorlanan eski erkek arkadaşlarımdan bir ikisi Eylül'den bir telefon aldıklarını, psikolojik olarak iyi olmadığım yalanına inanmış ve benden apansız ayrılmışlardı. Taşlar yerine oturmuştu. Peki ama neden? Eylül'ü o kadar iyi tanıdığımı düşünüyordum ki neden benimle ilgili böyle bir yalan söylemiş olacağını akıl sır erdiremiyordum. Günlerce, haftalar boyunca bunu düşünmekten bitap düştüm. Sonunda onu bulmaya, ondan bunun hesabını sormaya karar verdim. 

Eylül'ü bulmak zor değildi. Karşımdaydı. Geçen zamanla yüzü değişmiş, yaşlanmıştı sanki. Sanki onunla yaklaşık 20 yıl durmaksızın nefes almamış gibiydim. Karşımdaki bu yabancıya sonunda sorumu sorabildim. Neden benim hakkımda böyle bir yalan uydurdun? Derdin neydi benimle? Gözleri dolan Eylül sonunda tutamadığı yaşlarla 'seni kaybetmemek içindi' deyince başta anlamamış, bir süre sessiz kaldıktan sonra idrak etmiştim. Peki Demir'e neden aynı yalanı söylememişti? Çünkü Demir onun üniversitede platonik aşkıydı. Bunu yapamazdı. Demir'den kaçışını anladım sonra. Demir hayatıma o imzayla girdiği günden sonra beni bir daha görmek istememesini de anladım.Kulaklarıma inanamıyordum. Aynı fakültenin üç mezunu, bir platonik aşk, benle Eylül böylesi bir çarpışmanın sonucu tuzla buz olmuş, dağılmıştık. 

Kızım Güz ile ve kocam Demir ile günleri birbiri ardı sıra geçirirken bütün bu olanları aklımdan çıkarmam mümkün olmadı bir süre. Uzun yaslar tuttum. Şiirleri kestim, böldüm. Anıları bir toprağa gömdüm ve o toprağın üstünde fütursuzca ağladım. Bu durumu ben ve hayatımda geçmişime gömdüğüm Eylül'den bir başkası bilmeyecekti. 

Zaman kendini bir kompresörün çekiş gücü ve hızıyla içine çekti. Yıllar beni kızım Güz'ün Almanya'da okumasıyla ona hasret bıraktı. Demir ise hayatımdan gideli bir kaç sene olmuştu. Cildim, duruşum, kelimelerim ve kulaklarım yaşlanmıştı. Beni yalnız yaşadığı için huysuz birine dönüştürmüştü. Parkta tek başıma oturuyordum. Sonra zor da olsa kalkıp yürümeye karar verdim. Çevremde hiç kimse yoktu. Yaşlılığımın yalnızlığına hapsolmuştum. Bir süre sonra arkamdan birisi hırkanız hanımefendi, hırkanızı unuttunuz dedi. Döndüm. Karşımdaki Eylül'dü. Benim 50 yıl önce üstüne yaslar tuttuğum anam, babam, kardeşim, dostum, her şeyimdi. İkimiz bir süre birbirimize uzun süre baktık. Hiç konuşmadık. Kelimeler yeryüzünden silinmiş gibiydi.

Deniz kenarındaki çay bahçesinde güzel bir masaya oturdum. Soluklandığım vakit telefonum çaldı. El ettim Eylül'e. Yıllar önce tuttuğum yasları, döktüğüm göz yaşlarını içeceğimiz çay eşliğinde denize savuracaktık. Sonunda ben ve Eylül yani biz birbirimize kalmıştık. Ardından Eylül kısık sesiyle bana dönüp şunu sordu; su ister misin ahretlik? İçtiğim su bütün suskunluğumu giderdi. 









16 Ekim 2024 Çarşamba

AĞZIMDA DENİZİN TUZU

İnce ince vuruyor 

Ağacın susuzluğunu gidermek daha büyük bir mesele

İnce ışık birden sert güneşe dönüyor

Dönen şeylerin bedeni sanki yumuşak 

Artık koca dalgalara direnmek kimin harcı

Benim harcım diyorum 

Birden yine geliyor ince sızı

Kuruyan sol yanıma diyorum ki şimdi sağ yanım

Eşitlik sadece zihinde kalıyor

İnsanlardan öğrenemiyorum bir türlü adaleti

Kendi kalıplarımı tutuyorum doğaya

Her şey bir kaç beden büyük gibi

Kimse sarılmasa da ağacın gövdesine, ben ne güne duruyorum 

Sarı rengin büyüklüğü maviye bırakıyor kendini yer yer

Kurumak kalmak yeşermenin zıttı gibi

İnce ince sesler geliyor kulağıma 

Meğer taşın sancısıymış bu ses

Dalgadan yardım istemiş kendini doğurup, bölünmek için

Bense hala bir kaç beden büyüğüm bu ritme

Tırnaklarım aldan mora dönmüş

Güneş inceliğini cömertliğine bırakmıyor artık

Birden sıçrıyorum yerimden denizin tuzundan savrulan saçlarımla 

Artık vazgeçiyorum eşitliği kendi bedenime ya da doğaya boca etmeyi

Ne de olsa baharın sonu kış, ince sızının sonu ben

Kimse kalmadı bu yorgun günün ardında yalnızlık bana teşne

6 Ağustos 2024 Salı

TAŞIN ALGORİTMASI

İçim uğulduyor rüzgar gibi

Sallanıyorum boşlukta tıpkı bir sarhoş gibi

Kimse kalmıyor etrafımda 

Kalbi kırıklar listesi henüz oluşmamış bu dünya ağrısında

Siz hiç acı çekerken taşa sürtündünüz mü? 

Ya da

Sürtündüğünüz taşın acısını bilir misiniz 

Hep insana derler beşeri varlık diye 

Peki kim anlatacak sürtünen taşın acısını

Sonra neden bilmem kuyruğu kesik bir tilki geliyor

Kesilen kuyruğunun acısı yerine rüzgarı uğulduyor

Bazen kızıyor bu taşlar neden bana karşı diye

Kimse sormuyor taşa sürtünmenin acısı nasıl diye

Kısık gözlerle anlatıyorum bu hikayeyi 

Kimseye anlatamayacağım kendimden başka 

Bana söz, sözler bana sır

Kendime ettiğim ihaneti kırpıyorum

Bir kuyruğun kırpılmasının şiiri değil bu 

İçimde uğuldayan taşların yuvarlanması olsa gerek

Acımı dindirmiyor sürtündüğüm hiç bir şey 

Taşım diye kalpsizim sanıyorlar

Elveda kendini aydınlatıp beni unutan ışık 

25 Aralık 2023 Pazartesi

SIRTI BOŞLUKTA KALANLAR

Bir gariplik var seziyorum

Sezgilerim un ufak olmuş 

Kimsenin gözlerine bakamıyor, ellerini ise  tutamıyorum 

Kıvrılmış kağıdın ucu

Kağıt deme bana, ben bir mektubum

Gariplikler beni bulsa da, silinmişim o duygudan

Bir tuhaflık var işte seziyorum

Sezmek denilince kimi arıyor telefonun

Ben hiç kuşkusuz annemi

Hep sezer, hep okurdu beni

Kapı altından atardı mektuplarını 

Kıvrılmış şimdi saçları 

Saçları halbuki daha uzun

Bir hiçlik var seziyorum

Sezmek şöyle dursun, kimsenin katmanları yok artık

Artık yok kimsenin tek cümlesi

Kimse elimdeki kırıntıları görmüyor 

Okumuyor el falımı hiç bir kimse

Kırmızı bir hırka örmüş annem bana

Sen şimdi giy, sezgilerin sana kuvvet diyor

Kalmışım ortada, sırtı boşlukta kalan diyorlar bana

Sırtımın boşluğu iki kelime 

Giymek istiyorum üstüme yine yeniden

Kimse kurmasın çalar saati 

Saatleri usulca geçiyorum 

Gözlerim görmez, dilim konuşmaz

Ben ne zaman kaybettim bu sezgileri 

Bir gariplik var işte seziyordum


5 Kasım 2023 Pazar

YA DA NE BİLİYİM SENİ İLK HAYAT

Sınırlar var sınır çizen tebeşirlere saklı

Hala esiyor yaprak kımıldamaz diyarında

Geçmiş bir köşeye saklanıyor

Ölmek istemiyor o sınırlarda

Yeniden doğmanınsa tek yolu doğum/ölüm/doğum

Manifestosu kulaklarında

Kimseyi çağırmıyor ölümüne

Helvası yense de kırkı çıkarılmasın diliyor

Gözleri yumulu, elleri yumru

Korkuyu kendi sınırlarına terk etmiş

Uzatıyor dilini 

Olabildiğince hissediyor tadını

Elleri beyaz tebeşir, dilinde tebeşir tadı

Çizdiği sınırlarını yalayıp, kendini doğuracak

Yeniden doğmanın kime ne faydası var

Yeniden doğmanın aslında şimdi doğmanın demek olduğunun arsız türküsü var kulaklarında 

Sen şimdi sildin sınırlarını

Sen şimdi sınırsız yeniden doğdun

Hoşgeldin yeniden ya da ne biliyim seni ilk hayat